Balıkçı Deneyi

Anadolu baz alındığında karşımıza bir kültürler mozayiği, bir inançlar karmaşası ve değişik güzellik anlayışları çıkar. Anadolulu medeniyetlerde değişmeyen tek unsur Hümanizm'dir. Bir duygu bütünlüğü içinde tüm sanatçılar, füsyologlar (doğa bilimciler), düşünürler hep aynı arayışın içinde olmuşlardır; İnsanın doğadan gelen içgüdüleriyle (hayvansı yan) kendi yaratıcılığını kullanarak bulduğu güzellikleri insansı sevgi ve insanlık yararına olarak yansıtabilmek.

Aslında amaç Anadolu medeniyetlerini yüceltmek veya anlatmak değil. Anadolu medeniyetlerinin çeşitliliğini ve insancıllığını kullanarak insanlık kavramını ve insanlığın doğa ile olan ilişkilerini ortaya çıkarabilmek.

Bu çalışmanın çıkış noktasını ise varoluşun temel unsuru olan doğum ile saptamak istersek, irdeleyeceğimiz kavram da ana tanrıça kavramı yani kültü olacaktır. Zira kadının içindeki dayanılmaz doğurganlık isteği yanlızca son derece doğal bir fiziksel gereksinim olarak kalmamış bunun yanında kadın ile erkek arasındaki bu birleşme fiziksellik boyutunu çok aşmış, aşk ve sevgi boyutunu da içermeye başlamıştır.

Yaratıcılık (doğurganlık) kadına tanrısal bir özellik kazandırırken toplumsal statüsünü de (özellikle anaerkil topluluklarda) hep ön planda tutmuştur. Her ne kadar anaerkil toplum yapısından ataerkil toplum yapısına geçişte bu statüde bir gerileme olsa da bu sosyal değişim doğa kanunlarına karşı gelememiştir. Ancak toplum yapısına hakim olan insancıllığın azalmasına sebep olmuştur.

Erkeğin kadına duyduğu arzu, daha çok hayvansı bir arzuya dönüşürken aşk ve sevgi yavaş yavaş ikinci plana itilmeye başlamıştır. İşte bu noktada günümüze kadar etkisi devam eden toplumsal yaşamın gereğiymiş gibi lanse edilen acımasızlık ve duygusuzluk insanlık alemine hakim olmaya başlamıştır. Toplum değerleri yaratılmış (güya toplumun yararına) ve insanlar bu değerlere uymaya zorlanmıştır. Kadının ikinci plana itilişi (sadece toplumun ve insanlığın devamını sağlamak için çocuk doğurma konumuna düşürülmesi) gerçek anlamda insalcıl değerlerin de ikinci plana itilişi anlamına gelir.

Şimdi bir de doğal ve insancıl davranış dediğimizde neyi anlatmak istiyoruz ona değinelim. Kadın bir çocuk dünyaya getirdiğinde onu yaşatmak ve büyütmek için yoğun bir çaba içindedir. Bir kuş bile yavruları için günlerce aç kalır, türlü eziyetlere katlanır. Ama insanoğlu yavrusunu sadece doğurmakla yetinmez. Sadece onun büyüyüp sağlıklı bir insan olarak insan ırkının devamına katkı sağlamasını istemez. İnsanoğlu yavrusuna ayrıca şefkat ve içgüdülerinden bağımsız, usunda oluşturduğu bir sevgi de duyar. Zira o küçük insana her baktığında kendi yaratıcı ve tanrısal tarafını görür. Kendini güzele daha yakın hisseder, insanlığıyla gurur duyar.

İşte burada yavaş yavaş ana fikrimizi yakalamaya başlıyoruz. Doğa ve insanlığın birleştiği noktada kadını buluyoruz. Yani anayı, tanrısal yaratıcılık özelliklerinin sahibini buluyoruz. Hemen günümüze bir sıçrama yaparsak toplumsal kokuşmanın temelinde de kadına duyulan saygının yitirilmesini görürüz. Kadının ana tanrıçalıktan alınarak cinsel bir metaya dönüşmesi, toplumu sevgisizliğe ve gelişmiş teknolojiye rağmen ilkelliğe yöneltmeye başlamıştır. İşin kötü ve acıklı tarafı ise kadına karşı gösterilen bu saygı ve sevgi eksikliği kadının da kendisine duyduğu saygısını ve sevgisini yitirmesine sebep olmaktadır. Kadın yaratıcı özelliklerini sadece içgüdüsellikle kısıtlamaya başlarken sürekli bir savunma halinde pasifize olmaya da başlamıştır. İşte toplumun bu en önemli grubunun sevgisizliğe ve güvensizliğe itilmesi de toplumsal çöküntünün en önemli sebebidir.  

Burada sorgulamamız gereken en önemli unsurlar ise etik değerler diye adlandırılan baskı unsurlarıdır. Bu değerler aslında toplumsal yapıyı korumak adına bu düzeni sevgisiz bir düzen haline getirerek yozlaştırmaktadırlar. Bu yozlaşmayı durdurmak belki de imkansızdır. Ama bu çıkarım bu konuyu yüksek sesle düşünmemize de engel değildir.


Kadın Kim? Erkek Kim?

Kadın:

Kadın en çok hangi kavramla bağdaşıyor bilemiyorum. Ana: Evet belki ama daha farklı sanki. Dişi: Belki bu da iyi bir açıklama olurdu ama sanırım bu da tam oturmadı. Masumiyet: Evet sanırım yavaş yavaş istediğimiz noktaya geliyoruz. Masumiyet sanki şu anda kadını daha iyi tanımlıyor. Belki henüz çok açık değil ama açıklayacağım. Bunu yaparken erkeği tanımaya çalışacağız öncesinde. Zira kadın öylesine karmaşık bir olgu ki. Ruhunun derinliklerindeki gizli dehlizin kapısını ancak erkekleri tanıyarak ve anahtar olarak kullanarak açabileceğiz.  

Erkek:

Lider: Hiç sanmıyorum. Kendini lider olarak görmek gibi bir saplantısı olabilir ama lider?... Avcı: Kimbilir. Bu biraz da niye ava gittiğine bağlı. Korkak: Evet şimdi daha iyi. Belki de yaptığı cesaret gösterilerini bu daha iyi açıklayacak. Yokedici: En iyisi bu işte. Korkularını yenmek için sürekli birşeyleri yok etmeye çalışıyor. Peki masumiyetten ne istiyor acaba.

Kahramanlarımızı tanıdıkça sanırım hayatı da yavaş yavaş anlamaya başlayacağız. Önce aklıma gelen bir soru var kadın mı daha önce varoldu, yoksa erkek mi? Önemi var veya yok ama önce hangisinin insanlığı farkedip algıladığını merak etmek normal değil mi? Bilimsel olarak birbirlerine paralel bir gelişim geçirdikleri savunulabilir. Ama bu gelişimi yanlız fiziksel olarak değil de düşünsel olarak da sorgularsak acaba hangisi daha önce insan oldu? Keşifleri erkek yaptı diyebiliriz. Zira o avcıydı (en azından bilim adamları öyle söylüyor.) Sürekli dış dünya ile temas halinde bir yaşam savaşının tam ortasında idi. Kadın herhalde o da toplumsal yapıyı oluşturmaya çalışıyordu. Yani yuvayı yapıyordu. Topluluğun ve tabi insanlığın devamı için çocuk yapıyor ve onları büyütüyordu. Yani bir anlamda kadın daha önce insan olmuştu diyebiliriz. Erkek hayvansı güdülerlerle avlanıyor, rastladığı ve canı çektiği zaman kadınını (eğer bir tane vardıysa tabi) beceriyor ve gördüğü dış dünyaya dair tüm anlaşılmaz olayları keşfetmeye çalışıyordu. Kadınsa tüm bunları aşmış görünüyordu. Bu işler nasıl olsa o kahraman !.. erkekler tarafından görülüyordu. Kadın ise insanlığa geçişi başlatıyordu. Yani bir klandan bir toplum yapısına geçişi hazırlıyordu. Her ne kadar reisler, liderler hep erkek olarak düşünülse de bence o devirlerde aslında toplumu kadınlar yönetiyordu. Zira kadınlar artık insandı erkekler ise bugün olmaya çalıştıkları gibi hala hayvandılar. Tek özellikleri diğer hayvanlara göre ise şempanzeler gibi meraklıydılar.

Kadınlar tanrıların yaptığını yapabiliyordu. Ama erkekler ancak tapılacak tanrıları yaratabiliyorlardı. Zira korkuları da önce onlar keşfediyor ve hemen tanrılaştırıyorlardı. Kimbilir belki de korkular ve tanrılar kadınların işine gelmişti ki toplumsal yapıya daha farklı bir yaklaşım olarak onlar tarafıdan da benimsendi. İşte yaptıkları en büyük hata burada başlıyordu. Bir güç unsurunu kullanarak (tanrısal güç) kendi yaratıcılıkları ile tanrısal bir güç kazanmışlardı. Ama bu aslında egemenliklerinin de sonu anlamına geliyordu. Yine de bu egemenlik aslında uzun zaman devam etti. Anadolu'da kadın hükümdarlar, hakimler ve yerel yöneticilerin hakimiyetlerine rastlandığı biliniyor. Peki bu durum nasıl tepe taklak oldu? Erkek nasıl hakimiyeti eline geçirdi? Neden kadını yutmaya, onun üstünde mutlak egemenlik kurmaya çalıştı? Neden kadının cinselliğine karşı yoz bir arzu duymaya başladı? Neden güzeli, yani kadını tümüyle zaptetmeye çalıştı? Neden, neden, neden?

Erkek kadında ne görüyordu? Bu satırları yazan bir erkek olarak ben kendime biraz dönsem taraflı yazdığım düşünülmez herhalde. Zaten kimin umurunda. Kim ne düşünürse düşünsün. Her ne nasıl görünürse görünsün her kadında algılanabilecek bir unsur var kafamda. Masumiyet. Peki bu masumiyet neyi simgeliyor. Kimbilir belki de tanrıyı, ama insanın kendi yarattığı doğrulara uygun tanrıyı değil insanın kendine bile itiraf etmeye cesaret edemediği gerçek tanrıyı yani insanlığı simgeliyordur. Yada her neyi simgeliyorsa. Bunu yok etmek de bir nevi yaratıcılık olarak algılanıyordur tarafımdan belki. Sanırım bu işte. İkilemin diğer tarafı; Yani yaratıyor o halde tanrı, onun yarattığını yokedebiliyorum o halde ben de tanrıyım. Peki bu tanrılık filan çok mu önemli yahu. Bilemiyorum. Bunu bana değil içgüdülerime sormak lazım. Bir anlamda masumiyeti yok etme emrini o veriyor. Peki niye insanlığı yok etmek istiyoruz. Sakın doğaya aykırı bir sistem olduğu için olmasın. Ölüm emrini veren kendisine başkaldırıran evlatlarını yok etmek isteyen doğa ana olmasın. Zira insanlık sadece olumsuzluklar içermiyor. Güzellikleri de içeriyor. Ama ister insancıl güzellik olsun, ister insansı kötülük olsun her ikisi de doğanın dengesine aykırı olgular.

Zira yaratıcı doğa karşısında yokedici insanı buluyor. Yani iki tanrı karşı karşıya. Bu kaçınılmaz bir şavaştır bence. Ama bu egemenlik savaşı varoluşun en temel ögelerinden biri aslında. Tıpkı atom çekirdeğinde birbiri iten ve çeken parçacıklar gibi. Aralarındaki bu sonsuz savaşım olmasa atom matom diye birşey kalır mı? Biri itip biri çekmese. Biri dönüp biri durmasa...

Peki kadın bu durumda neler yapıyor. O da farkında mı bu etkileşimin? Yoksa artık egemenliği bir kenara bırakmış köleliğe soyunmuş, soyluluğu soysuzluğa dönüşmüş bir rutinin içine mi girmiş. Kadının egemenliğini yitirmesinde en büyük etken ise bence statükocu yapısı. Yani gelişmeye daha kapalı oluşu. Erkek sonunda kadının sırrını çözdüğü sırada (yani kendi dölü olmasa kadının üretken olamayacağı sırrını) kadın hala alışageldiği şekilde toplumsal yapıyı bir arada tutmaya ve alışageldiği şekilde yönetmeye çalışıyordu. Ama artık erkek üretimdeki payını anlamış dahası yokedici özelliğiyle bir adım da öne geçmişti. Elveda anaerkil düzen, hoşgeldin ataerkil düzen. Tanrıları zaten erkek yaratmamışmıydı. Yine aynı şeyi yapıp yenilerini daha güçlülerini yarattı oldu bitti. Kadın artık etkileri günümüze kadar gelecek olan yenilgisinin sonuçlarına katlanıyordu.

Ortada belki hala saygı duyulan bir ana figürü vardı ama artık toplumsal saygınlık yitirilmiş ve tamamiyle erkeklerin eline geçmişti. Erkekler artık ellerindeki güçle tüm evrenin hakimiyetine soyunuyorlardı. Toplumsal kuralları artık kadınlar koymayacaktı. Onlar sadece koyulan kurallara uyacaklar. Ve bir erkeğin davranası tuttumu onun şehvetini ve arzularını tatmin edecekti. Ama insanın doğası asla sahip olduğuyla yetinmeyecek kadar iştahlı ve meraklı. Erkek hala istiyordu. Bu durumda kadın yine ilk çağlardan beri yaptığı şeyi yaptı koşulları kabullendi. Kendisine olan saygısını bir kenara bıraktı. Ve bir anlamda statükosunu yeniden oluşturdu.

Ne yalan söyleyeyim şuraya kadar yazdıklarım beni hiç tatmin etmedi. Aslında belki de tamamen yanılıyorum. Esas statükocu olan erkekler ve dayanılmaz bir keşfetme isteği ile yanan kadınlar.

Herşeyin cevabını doğada aramak gerektiğini hissediyorum. Ama insansı güzelliklerle aradaki bağlantıyı nasıl bulacağım bir türlü bilemiyorum. İNSAN DOĞAL DEĞİL.


MERHABA


ÖYKÜ BAŞLIYOR

Giriş:
Karmaşa ve kaos ilk meyvelerini verdi. İlk canlılar ortaya çıktı ve karmaşık doğal sistem içinde yaşam mücadelesi olarak adlandırılan o büyük hayat oyunu başladı. Bu oyun ise en karmaşık haline insanın varolmasıyla ulaştı. Zira artık olay atomları, molekülleri, hücreleri aşmış daha da karmaşık kombinasyonlar olan insansı duygulara ulaşmıştı. Duygu hadisesi belki de insanın en doğal olan ve doğaya en aykırı özelliğiydi.

Doğal ortamda ilk kez bir canlı türü doğayla olan diyalogunu sorgulama ihtiyacı hissediyor ve sistemli bir şekilde yaratıcısı olan doğayı yok etmeye çalışıyordu. Bu durumda başlangıç noktamız cinsler arasında insanlığı ilk olarak kimin farkettiğini alıgıladığını araştırmamız lazım.


Önce kadın insan oldu...Evet önce kadın insan oldu...

Kişiler:
İlkel kadın: Toplumsal yapının kurucusu, ilk kez yaratıcılığın önemini ve insanlığını farkeden insan.

İlkel erkek: Avcı ve araştırıcı meraklı olduğu için korkuları ilk o farketti klanı doyuracak yiyeceği o taşıyor. Kadını dölleyen de o ama bunu henüz bilmiyor. Bilinçsizce bir çiftleşme içdüdüsüne sahip.

Anaerkil toplumdaki kadın: Otoriter, sevecen, üretken ana. Toplumsal statüsü tarihdeki en yüksek düzeyde

Anaerkil toplumdaki erkek: Belki de tarih boyunca ilk ve son kez olarak kadınla uyum ve sevgi içinde yaşıyor. Evinin ve kalbinin sahibi kadın ama karşılıklı saygı ve sevgi hakim birlikteliklerine.

Günümüz kadını: Sosyal durumuna göre değişmekle beraber, kadın büyük bir yanlızlık içinde. Çünkü güven duygusuna bağımlı hale gelmiş. Ancak ne acı ki hiçbir şekilde güvenemiyor. Ve daha da acı ki güvendiği zaman hep aldatılıyor. İnsancıl yanı hiç olmadığı kadar azalmış. Insanlara güveni kalmamış. Yanlızlık korkusu ile yanlış ve pişmanlık duyacağı beraberlikler yaşıyor. Sevgiye delicesine ihtiyaç duyuyor, ama bulduğu zaman da bunun gerçekliğine asla inanamıyor.

Günümüz erkeği: Sistemin pompaladığı şehvet, açgözlülük ve diğer tüm iğrençlikleri özümsemeye başlamış. Öte yandan kadına daha bağımlı hale gelmiş. Ancak asla tatmin olmuyor. Güç kesinlikle onun elinde. Ancak bu güç ile yaptıkları onu tatmin edeceğine tam tersine daha da tatminsiz yapıyor. 

Mekan:
Yılların ve çağların birbirine girdiği ve bir koasun hakim olduğu bir zaman tüneli. Karakterler birbirleri ile görüşüp anlaşabiliyorlar. Kullandıkları ortak dil ise kullanabilecekleri tek ortak dil yani vücut dili.

Sorular:

Kim önce insan oldu? Erkek mi, kadın mı?
Cinsler arasında uyum ne demektir?
Kadın ve erkeğin uyum içinde yaşaması mümkün müdür?
Korkular, ihtiyaçlar, aldanışlar, uyanışlar. Bu mudur herşey?
Mutluluk gerçekten elde edilebilir mi?
Yoksa mutluluk elde edilse bile asla farkına varılamayan mıdır?
Varetmek için gerçekten yok etmek gerekli midir?.
Var eden veya yokeden ne hisseder?
Aynı sosyo-ekonomik koşullarda yetişmiş ve yaşayan bir erkekle bir kadın aynı çiceğe baktığında, aynı
şeyleri mi hisseder?
Kadın masumiyetini nasıl kaybetti?
Kadın hiç masum oldu mu?
Aşk gerçekten var mıdır?
Beğenilmek arzusu sadece türün devamı için mi vardır?
Günümüzde tatminsizlik ve umtsuzluk bir kısır döngü mü olmuştur?
Sadece ve sadece yaşadığımız anı hissetmemiz ve bunu algımamız mümkün müdür?
Eğer kadın ve erkek toplum yargıları farklı olsa daha mı mutlu olurlar?
Peki bu toplumsal yargıyı yaratanlar neden kendilerine mutsuzluğa mahkum ediyorlar?
"Seni seviyorum" derken gerçekte ne hissediyoruz?

Bu soruların hepsi cevap bekliyor. Hem de daha en başında cevap bekliyor. Öykümüzü kurabilmemiz için önce bir takım cevaplarımızın olması lazım. Deneysel bir performans yoktur. Birşeyi eğer perform edersen bir takım sorulara cevap aradığın için yapmazsın bunu. Sen birşeyler söylersin onlar dinler. Buraya kadar olayda soruların cevaplarını sen bulmuşsundur. Ama duygularını, fikirlerini sunduğun zaman artık onlar da birer sorudur.

Bu sorulara daha binlercesi eklenebilir, ya da bu soruların hepsi gözardı edilip yeni sorular yazılabilir. Ancak şurası kesin ki önce soru sormamız lazım. Yani birşeylerin farkında olmamız, hayata dair herşeyi merak etmemiz lazım. Ancak buradaki en önemli soru nedir? Bence daha doğrusu benim içimi tuhaf yapan bir soru var ki onu en sona saklayıp yazdım; "seni seviyorum" derken gerçekte ne hissediyorsunuz?

O kadar kırılıyor ki insan kendi yarattığı bu cehennemde umutları aşkları hep yok oluyor. Ben bu konuda şanslıyım zira aşklarım hep içimde kaldı. Hep beni ısıttı ömrüm boyunca. Belki de salt bu sebeple çıldırmadım. Dostlarım ve aşklarım hep beni korudu.

Bu nedendi peki? İşte bu sorunun cevabı çok önemli. Hatta bu sorunun cevabı çok şeyi anlatacak başlangıcın oluşabilmesi için.

İnsan eğer aşık olabiliyorsa ve çok daha da önemlisi birileri kendisine aşık olabiliyorsa, insanın dostları varsa ve onları kendinden bile çok sevebiliyorsa ve çok daha da önemlisi dostları da kendisini aynı şekilde seviyorsa, bir anda sevilebilecek bir güzellik buluyor kendisinde. İNSAN olduğunu hissediyor.

Toplumsal kirlenme ve kokuşmuşluk ne boyutta olursa olsun insan kalbinde dostlarını ve aşklarını taşıdığı sürece yaşama ve topluma dayanacak gücü kendinde buluyor.

Ben işte bu şekilde yaşayan insanlar olduğuna inanıyorum. Ve o insanların bir şekilde birbirlerini tanımaları gerektiğine inanıyorum. Ve bu insanlar arasındaki en değişmez parola içten gönülden gelen bir "seni seviyorum". Ya da Balıkçı’nın yorumuyla bir "Merhaba".

Tek sorun şu bu basit görünüşlü ancak çok tehlikeli iki kelime yönetim erkini elinde tutanların korkulu rüyası ve bunun içini boşaltıyorlar. “Seni Seviyorum” öylesi bir güç ki eğer yürekten söylenir ve dinlenirse, bin kere bile söylense ilk defa söylenmiş gibi mutlu eder insanı. Ancak soysuzlaştırılmış bir “seni seviyorum” bin kere bile söylense bir seks çağrısı konumunu aşamaz.

Peki içi boşaltılmış "seni seviyorum" nasıl oluyor? Televizyonla oluyor, yükselen yeni değerlerin maddeciliğe tapması ile oluyor, yükselen manevi değerlerin vahşiliğiyle oluyor, "seni seviyorum"un şehvetin anahtarı olarak sunulması ile oluyor, cinsel ögelerin acımasızca beyinlere pompalanması ile oluyor, çok fazla sunulan ürün ve bunlara taksitle ve kolay erişimle başlatılan tatminsizlik ile oluyor, çocuklara her istedikleri oyuncağın alınması ile oluyor, sevmeye değer her kavramın popüler kültüre maletmek adına kirletilmesiyle oluyor. Yani oluyor oğlu oluyor.

Ya, seni seviyorum diyenler neler hissediyor? Kadın ne hissediyor, ya da daha doğrusu hangi koşullarda yaşayan, hangi kadın ne hissediyor. Bunu hiç söyleyemeyen kadınlar var onlar sevgiye dair ne hissediyorlar, hayatı nasıl algılıyorlar? Peki hangi erkek ne hissediyor? Hiç seni seviyorum demeyen erkekler, sadece şehvete giden kapının anahtarı olarak gördükleri "seni seviyorum"u patlatan erkeklerden daha mı duygusuzlar?

Bu durumda her kesimden insanları incelemeye gerek yok aslında. Zira bu başlıbaşına bir sosyo ekonomik inceleme yazısına dönüşür o zaman. O halde ne yapacağız? Basit kendi çevremizi ve hayatımızı baz alacağız.

Kadın seni seviyorum derken ne diyor, erkek ne duyuyor?

K:Sana güveniyorum.
E:Benden çok şey bekliyor.

K:Seni neşe kaynağım olarak görüyorum.
E:Beni sadece eğlendirici buluyor.

K:Seni arzuluyorum.
E:Tatmin edebilecek miyim acaba?

K:Böyle söylemem gerekli.
E:Böyle söylemesi gerekli.

Erkek seni seviyorum derken ne diyor, kadın ne duyuyor?

E:Bir kadına duygusal olarak ihtiyacım var.
K:Beni annesi gibi görüyor.

E:Benim de içimde güzellikler var.
K:Bana aşık olduğunu sanıyor.

E:Seni arzuluyorum.
K:Tatmin olabilecek miyim acaba?

E:Böyle söylemem gerekli.
K:Böyle söylemesi gerekli.


Elbette bunlar daha ziyade bir mizahi yaklaşım olarak algılanabilir. Peki ben seni seviyorum dediğim zaman ne hissediyorum?

Aşk ilişkisi için söylersek; öncelikle kendimi çok ama çok güçlü ve ulaşamayacağı hiçbirşey olmayan biri gibi hissediyorum. Kalbimde çok garip bir çarpma ve içimde garip bir ürperti hissediyorum. Kendi içimdeki tüm güzellikleri aşık olduğum insana boca ederken çocuksu bir utangaçlık ve insansı bir gurur hissediyorum.

Dostluk ilişkisi için söylersek; kendimi gerçekten olgun ve kararlı biri gibi hissediyorum, uğrunda ölebileceğim bir insan olduğu için kendimle gurur duyuyorum, hiç bir şey konuşulmadan bir gülümseme ile omuzuna indirilen bir el ile tüm kelimelerin anlatamayacağı kadar çok şeyin anlatılabildiğini farkediyorum.


Geri Dön ----- Mesaj Gönder