Bozcaada'da bir gün ve sınırsız özgürlük


Yıllar öncesinden bir anı. Belki de bugün hala gelecektir ve hep orada kalmışızdır.


İlk defa bu kadar uzun sure dolaşacaktım dalgalı denizlerde, karayla bağlantısı olmayan bir yerde yaşayacaktım bir süre ve ilk defa bu kadar cok maviyi içime çekecektim yaz aylarının o ılık ve berrak günlerinde.

Babam yine her zaman oldugu gibi yanımıza bir çanta bile almadan beni götürecekti bir yerlere. Tıpkı kapıp, Ağva'ya, kapıp İznik'e götürdüğü gibi. Tek bildiğim, bana söylediği 4 kelimeden ibaretti "Yarın seni Bozcaada'ya görüreceğim". Gece gelmek bilmeyen sabahı beklerken bir türlü uyuyamayıp sabah ezanında tüm gücüm tükendiği için uyuya kalmıştım. Yari uykulu yari bitkin bana çok uzun gibi gelen bir yolculuklar dizisinden sonra Bozcaada'ya vardığımda çok şarşırmıştım. Oyuncak gibi bir yerdi evet, taş binalar huzurlu insanlar ve sessizliğin hakim olduğu, tahta oyuncaklarimla yaptığım kasabaya benzer bir yerdi.

Bir pansiyona yerleştik. Aslında bir evdi burası. Yaşlı bir kadın bizi buyur etmişti. Evimden ayrı yataklarda uyumak babam sayesinde benim için arada sırada yaşanması gerekli bir tutkuydu. İznik'te bir kahvehanenin üstündeki bir pansiyonda kalırdık. Odamıza çıkmak için kahvenin içinden geçer ve içinde tek yatak olan bir odada kalırdık. Tuvalet koridorun sonunda olduğu için ben korkar hep babami da götürürdüm giderken. Ağva'da nehire yakın küçücük bir pansiyonda kalırdık. Yataklar sertti ve ufak ama hep çok iyi uyurdum bu köhne yataklarda.

Neyse. Sabah ilk iş olarak güzel bir kahvaltı ettiğimi hatırlıyorum zira orada geçirdiğim dinginlik ve huzur dolu gün belki de tüm hayatım boyunca geçirdiğim en güzel günlerden birisi olduğu için günün detaylarını, günün mutlulukları kadar net hatırlamıyorum. Eh 8 yaşından bugüne ne kadarı hatırlanırsa o kadarını hatırlıyorum aslına bakarsanız.

Kahvaltıdan sonra sahilde biraz gezindik. Sonra babam o harika fikri üretti ve bana sordu "balık tutmak ister misin?". Sevinçten çıldıracaktım. Tıpkı Kadıköy iskelesindeki, Kurbağalı Dere'ye gelen balıkçılar gibi ben de balık tutacaktım. Ben de ekmeğini denizden çıkaranlar gibi küçük bir balıkçı olacaktım. Hem belki büyük bir balık tutup o gün babamla beraber yiyebilecektim.

Babam bana bir olta aldı. Oltacı iğneyi bağladı, küçük bir kurşun bağladı,fırdöndü taktı (oltanın dolaşmasını önlüyormuş) biraz da ekmek bulduk, ıslatıp iğneye takmak için. Ve balıkçıların teknelerini bağladıkları iskelenin ucuna kadar gittik. Babam bana ne yapmam gerektiğini gösterdi ve ekledi "ufak balık tutunca denize at ki büyüsün, bizi doyurcak kadar olsun".

Ve oradaki bir kıraathane gibi bir yerde oturup diğer insanlarla sohbet etmeye başladı. Önceleri aradabir dönüp bakıyordum ama bir zaman sonra bir anda O'nu farkettim: sessizliğin sesi ya da dinginlik. Tam adını bilmiyorum ama o his, o yanlız başınalık, o sınırsız özgürlük. Sarhoş gibiydim. Balıklarla uğrasıyordum, denizi seyrediyordum, susuyordum, sessizliği dinliyordum. Bana sürekli olarak "işte böyle küçük adam" diyordu. "sen artık bana aitsin, sen özgürlük tutkusuyla büyüyeceksin, özgürlük adına yaşadığın muhteşem aşkları kaçıracaksın, özgürlük adına çok esaret çekeceksin, özgürlükten vazgeçiren gerçek bir aşk bulduğunda ise yeterince şanslı değilse hep arayışla bir hayat geçireceksin".

Sürekli olarak içimde birşeyler değişiyordu. Anlam veremediğim bir şey ensemden yakalamış beni sürükleyip duruyor gibiydi. Aradan saatler geçmiş olduğunu babamın omuzuma dokunup "neredeyse aksam olacak, sen öğle yemeği bile yemedin" deyişinden anladım. Arada neler olmuştu, neler hissetmiştim? Yıllarca farkına bile varamadım. Sonrasında her İznik yolculuğunda gölden, her Ağva ziyaretinde dereden sazdan oltalarla balık tuttum, ama hic o gün gibi şeyler olmadı içimde. Ta ki Halikarnas Balıkçısıyla yine babam tarafından tanıştırılıncaya kadar farkına varamamıştım. Ancak onu tanıyınca anladım olup bitenleri. Deniz tutkusu dolmuştu içime.

Yine aynı dinginliği ve huzuru yıllar sonra 21 yaşındayken bana yaşatan da Halikarnas Balıkçısıydı. Yani Balıkçı'nın manevi oğlu Şadan Gökovalı'nın çoşkulu soluğunda ve onun elindeki bir Nartex ateşini takip ederken Priene'yi dinlemiştim antik anılarıyla, sesiz ve bilge bir rüzgarın eşliğinde. Gökovalı, Prometheus olmuştu sanki, Balıkçı'nın ona verdiği ışıkla. Tarılardan çaldığı ateşi nasıl nartex'in içine gizleyip getirmişse insanlara Prometheus ve ceza olarak bir kayanın üzerinde karaciğeri parçalanmışsa nasıl acımasız kartalın gagasıyla, Gökoavlı'da bize ateşi getiriyordu yine bir Nartex'le. Ama bu kez çalmadan, fakat kendisine Balıkçı tarafından hediye edilen ateşi.

Hep karada yaşasam da hiç bir tekneye sahip olamayacak olsam da ben bir deniz adamıydım artık. Kaptan ehliyetimi aldığımda sevinçten uçtuğum halde hiç yelkenli kullanamadığım için hiçbir zaman bir denizci olarak sayamadım kendimi. Ama hep bir deniz adamı olarak gördüm, bu kesin. Hep bir deniz adamı gibi aşık oldum, hep bir deniz adamı gibi yanlız kaldım. Halikarnas Balıkçısı ile hep aynı enginlere bakmak istedim.

Ve eminim ki hepsi o gün ile oldu. Bozcaada'daki o muhteşem gün ile.

Vagabond


Geri Dön ----- Mesaj Gönder