SAMSARA MI, SİNÜS MÜ?

Doğum-ölüm döngüsü tüm canlıların hapsolduğu bir oluş. Samsara ise Budistlerin buna verdiği ad. Hoşuma gittiği için ben de bu adı kullanacağım.

Evet tüm canlılar bir şekilde bu süreci deneyimlemiştir/deneyimlemektedir. Mevcut yaşam formları ile ortaya çıkarlar, biyolojik olarak yaşam süreleri doğrultusunda yaşarlar, ürerler ve yeryüzü mevcudiyetleri sona erdikten sonra ölümle mevcut yaşam formlarından çıkarlar. Buna da o canlının ömrü demek mümkündür.

Bazı canlıların ömürleri çok kısa sürebilir bazılarının ki ise kutup derinliklerinde bulunan bir sünger tipi gibi onbinlerce yıl ama sonuç olarak sonludur. En azından o canlının mevcut formu ile devam edemez.

Ancak diğer canlı cemaatlerinden, topluluklarından, sürülerinden farklı olarak insan cemaatleri sürekli bir gelişim ve başkalaşım halindedir. Ve bu başkalaşım diğer hayvanlarda olduğu gibi salt yiyecek bulma koşulları, iklim ve göçlerle şekillenmez. Bu değişimler ağırlıklı olarak insanların içinde bulundukları durumlara getirdikleri yorumlarla değişir.

Canlılar gibi canlı topluluklarının da bir yaşam döngüleri olduğundan söz edilebilir. Bunlar elbette çok daha uzun sürelere yayılmış döngülerdir, milyonlarca yılı bulabilen aralıklarda oluşabilir. Örneğin timsah gibi hayvanlarda bu değişimler maymun gibi hayvanlara oranla çok daha yavaş olur.

Peki o zaman canlı toplulukları için de bir samsara döngüsü söz konusu olabilir, yoksa özellikle insan topluluklarının inandığı şekilde topluluklar (toplumlar) aslında birer çan eğrisiyle mi anlatılabilir. Yani kuruluş (doğum), yükseliş ve çöküş (yaşam), başka bir topluma dönüşerek yeniden kuruluş (ölüm ve reenkarnasyon)

Örneğin; antik Mısır ile günümüz Mısır'ı, antik Mayalarla günümüz Peruluları. Bu toplumlar dönüşmüş toplumlar mıdır? Yoksa tamamen yok olup doğmuş yeni topluluklar mıdır?

Bence canlıların bireylerinden farklı olarak o bireylerden oluşan topluluklar yine insanda ve diğer hayvanlarda farkliliklar gösteriyor. İnsan topluluklarında sıradışı olarak ortaya çıkmış zekanın uyum becerisiyle topluluk yeniden değerlendirme yapıp yapısını yeni koşullara göre adapte ederek çok daha uzun soluklu bir varolma savaşını sürdürebilmektedir.

Aslında doğadan oldukça farklı gibi görünen bir yapı oluşmuştur. Zira bir yerde şartlar yiyecek bulmayı zorlaştırınca hayvanlar ya göç eder, ya daha az ürer ya da yok olurlar. Ancak insanlar bu seçenekleri kullanmakla birlikte ek olarak şartlara uyum sağlama yoluna da sıklıkla giderler.

Peki toplumsal yapıyı bu şekilde yönlendiren aynı hayvanlardaki gibi güçlü ve genetik olarak güçlü genleri olan mücadeleci liderlere sahip olmaları mıdır yoksa başka birşey mi?

Elbette genetik güçlü liderler kuruluş aşamalarının vazgeçilmez unsurlarıdır, ancak konu topluluğun güçlenmesi ve hayatta kalma şartlarının güvenli hale gelmesi olduğunda hayvani güç ve cesaret tek başına yeterli olmaz ve artık genetik farklılık olan zeka gündeme gelir.

O zaman toplumların çöküşündeki sebepler nelerdir? Gücün zekaya, zekanın keyif ihtiyacına, keyif ihtiyacının yozlaşmaya, yozlaşmanın yokoluşa sebep olması mı? Olabilir.

Bence insanlar ve onların oluşturdukları topluluklar çok katmanlı yapılardır. Bir bina gibi düşünürsek yapının temelinde olan, temelden ziyade yapının üzerine inşaa edildiği alandır. Yani yapının kavramsal ve fiziksel alanı. Bu alan üzerine inşaa edilen yapılarda yapı malzemeleri de kendilerine göre önceliklere sahiptirler. Temel gibi üzerine konulanı aslında taşıdığı için görünmese bile tüm yapıya hakim unsurlar, yapının iskeletini olusturan yine çok fazla görünmeyen ancak kolonları kirişleri oluşturan unsurlar, korfor, estetik, foksiyonalite sağlayan unsurlar, yapıyı inşaa etmekte kullanılan araçlardan oluşan unsurlar, yapının güvenliğini sağlayan unsurlar ve son son son olarak da yapının içinde yaşayan unsurlar.

İnsanlar toplum yapısı içinde pek çok kuralla, sistemle, yasayla duruma olan hakimiyetlerinin algılarlar/yanılsarlar ve binanın güvenli oluşumu içinde yaşam sürelerini geliştirmeye çalışırlar.

Ancak aslında hem bina içindeki yaşam hem de sonradan mevcutun yıkılması ile aynı alana inşaa edilecek diğer binalar aslında bir sinüs eğrisi gibi bir hayat sürerler.

Toplumlar güç odaklarının kontrolüne geçer, anarşistler çıkar, mücadele olur ve bir şekilde yeni yapı pek çok karşılıklı zaiyatla ortaya çıkar, yeni yapı coşkulu bir şekilde oluşur, kendi yeni güç odaklarını oluşturur, bu güç odakları zamanla hırs ve keyif arzusunun içinde tam kontrol isterler, tam kontrol yolunda yine kendi anarşistlerini oluştururlar yine bir paylaşım savaşı ve yine yeniden doğum.

Bu sinüs dalgası gibi hareket esnasında bina altyapı unsurları çok sık değişmez. Ancak rönasans gibi devrimler gibi büyük hareketlerle bazen yıkılıp yerine yenileri yapılır. Ancak temelin üzerine atıldığı binanın yükseldiği arazi unsurlar hemen hemen hiç değişmez. Kuşaktan kuşağa aynı cemaatin aynı topluluğun yönetimindedir. Zira bu unsurlar insanı hayvandan ayırmayı başarmış genetik sapmanın gen havuzunun en rafine örnekleridir ve her örnek kendi devamını oluşturarak gerçek yönetim erkini hep ellerinde tutarlar.

Aynen ılıman iklimi istila eden kimsenin orada uzun soluklu bir devlet yapısı kuramaması ve insanların istila sonrası savaşçı özelliklerini yitirmeleri ve idari becerilerinin de zaten sınırlı olması sebebiyle zayıf temelli topluluklar oluşturmaları gibi.

Peki bu bina ve arazi unsurları kaldığı sürece hırstan, seçilmiş gen olma arzusundan, mutsuzluk verici savaşımlardan uzak bir bina inşa etmek mümkün müdür? Bence değildir. Ancak aslında bir binanın imkanlarından faydalanmakla birlikte o binada yaşamak da çok gerekli değildir. Sadece kimse bunu istemez. Güvenli hissedemediği bir arazide mutluluk deneyimi yaşamak korkutucu gelir.

Elbette bu deneyimi yaşayan/yaşamakta olan bir çok sufi, derviş, fakir, usta vardır. Ancak bunlar da ancak aynı arazide "ihsan eylenmiş" binanın/ların dışında bir alanda istedikleri deneyimi yaşamaya çalışırlar. Çok sınırlı birkaç doğaya kaçmış münzevi dışında bu araziden çıkmaya hiç kimse cesaret edemez. Dervişler kendi savunularını mekanın önemsizliği ve gerçek olanın algı ötesi olanın önemli olduğu üstüne kurarlar. Ama bastıkları toprağa basmadan yaşayamazlar yani arazileri olmadan algının ötesine geçmeye çabalayacak imkanı bulamazlar.

Peki bunca usta, üstad, uzman ne sağlarlar ki bize, kimdir bunlar? Bunlar aslında arazinin toprağı taşı, kumu, suyudur. Yani aslında arazi bir başka tür cemaattir. Genetik başkalaşımda ortaya çıkan aşırı zekanın sonucunda varolmuş insanlar tarafından oluşmuş bir cemaat. Bu cemaat binanın yok olmasıyla da çok fazla ilgilenmez, kiracıların değişmesiyle de duvarların yıkılmasıyla da. Onları ilgilendiren bir insanlık olgusunun devamıdır. Bu bakımdan insanlığı oluşturan tüm değerlerin aynı binada yaşamasını en azından arazinin sınırları içinde kalmasını isterler. Onlara göre türün devamı için insanın hiçbir unsurunun dışarıda kalmaması gerekir.

Bu bakımdan kötülük dönemleri çokmuş gibi görünse de bu dönemler gelişmeyi ve bilgi birikimini getirir. İyilik dönemlerinde insanlar mutlu olacak gibi olsalar da kendilerine hırsları hatırlatılır, gelişimi sağlayacak güçlü genler başarı, güç gibi unsurlarla motive edilerek diğer insanlar üzerinde sınırsız güç talebiyle idare edilirler. Binayı yıkan devrimlerde bile yeni binanın arazi koşullarına ve yerçekimine uygun olarak yapılması gerekmektedir ve öyle de yapılır.

Yani o anda insan nüfusu kaç kişiyse bir şekilde bu nüfus, yok olmasını engelleyecek şekilde yönlendirilir. Şu 6 milyarı yönet.

Peki ne yapacağız da bu durumda mutlu olacağız? Usta mı, üstad mı, uzman mı olacağız? Yoksa sıradan olarak toplumun sıradan %95'lik kısmı ile birlikte yaşam süremizin sonuna mı gelmeliyiz?

Bende bu 4 kelimenin 4 farklı algısı var:

Usta        =    Özgür (farkındalık var, acıdan arınmış, insani değerlerden uzak durmak isteyen)
Üstad      =    Aşık, merhametli (farkındalık var, acı algısı fazlasıyla var ancak acısı en büyük mutluluğu)
Uzman    =    Hırsına tutsak (kısmi farkındalık var, acıdan kurtulacağına inancı var)
Sıradan   =    Yaşamını güdülerle yaşayan (farkındalık yok, acı algısı zayıf, inancı tanımlı)

Ayrıca insanlık sistemi ile ilgili de 3 tanımlamam daha var:

İnsancıllık =   Sanatçı ruhu, merhamet, iyilik kavramları (doğaya aykırı, başkalaşmış genin sonucu)
İnsanlık    =   Toplumsal düzen, kurallar, vicdan, yoğun hayatta kalma ve ait olma arzusu (doğal, sosyal)
Hayvanlık =    Hırs, vahşet, sahip olma güdüleri (doğal, güçlü gen ile insanlığın devamını sağlar)

Sıradan insan ile insanlık örtüşmektedir. Hayvanlık ile uzman, insancıllık ile de üstad. Ancak bunların hiçbirisinin yolu mutluluğa gitmiyor maalesef. Geriye sadece usta kalıyor. En yalnız ancak şansın yaver giderse kendini en mutlu edebileceğin yol.

Peki mutluluk bu kadar gerekli mi? Yoksa aslında hiçbirsey yapmadan da mutlu olabilir miyiz? Ya da bu tür devam etmeli mi?

Bilemiyorum...

 


Geri Dön ----- Mesaj Gönder